Dr. Şefik Memiş - Yrd Doç. Dr. Arif Kolay
BEYLİKDÜZÜ TARİHİ
1-BİZANS VE ÖNCESİNDE BEYLİKDÜZÜ
Sınırları içerisinde kalan bölgede henüz pek fazla kalıntıya rastlanmamış olması, ilk bakışta Beylikdüzü'nün tarihi konusunda yanıltıcı bir izlenim verebilir. Fakat yerleşim yerlerinin sınırları zamanla, başta yönetsel olmak üzere çeşitli nedenlerle değişikliğe uğradığı için, özellikle de İstanbul gibi dünyanın tarihsel doku bakımından en zengin şehirlerinden birinde, bir semtin tarihine ilişkin izleri sürerken, resmi sınırlardaki bu tarihsel değişkenliği gözardı etmeden, yanlış peşin hükümlere karşı belirli bir esnekliği sürekli gözetmek, semtleri çevredeki yerleşim yerleriyle birlikte değerlendirmek gerekir. Bu bakımdan Beylikdüzü ve çevresinin sanılanın aksine İstanbul'un, hatta Türkiye'nin ve dünyanın en eski yerleşim yerlerine aslında çok yakındı.
Türkiye'nin bilinen en eski yerleşim yeri, içinde paleolitik döneme ait kalıntılar bulunan Yarımburgaz Mağarası’dır. Günümüzden 300 bin yıl öncesinden bu yana insanlar ve hayvanlar tarafından kullanıldığı öne sürülen bu mağara, aynı zamanda dünyanın da en eski yerleşim yerlerinden birisi olarak kabul edilir. Bugün Beylikdüzü olarak anılan bölgenin çok yakınında, komşu semt Başakşehir'in sınırları içinde kalan Yarımburgaz Mağarası, 2001 yılında birinci dereceden arkeolojik sit alanı ilan edilmişti. İnsanların Afrika'dan dünyaya yayıldığı ve henüz boğazlar oluşmadığı için (Marmara Denizi 20 bin yıl öncesine kadar bir göldü), Avrupa'ya geçmek için en elverişli yolun İstanbul olduğu tezine bakılırsa bölgenin tarihsel zenginliği daha kolay anlaşılır. Bunun yanında yine günümüzdeki Beylikdüzü semtinin çok yakınlarında, Büyükçekmece ve Haramidere çevresinde, ortalama 40 bin yıl öncesine ait aletlerin bulunduğunu da hatırlamak gerekir.1
İki Antik Kent Arasında Beylikdüzü
Beylikdüzü, coğrafi olarak İstanbul'da MÖ kurulduğu bilinen iki antik kentin arasında kalır: MÖ 7. yüzyılda, tarihi yarımada üzerinde kurulan Byzantion ve bugünkü Silivri'nin olduğu bölgede kurulan Selymbria. Bu antik kentler, Yunan koloni hareketi başladıktan sonra tarih sahnesine çıkmıştır. Yine bu iki antik kentin arasındaki bölgede, Küçükçekmece gölü havzasında, Rhegion adında bir antik yerleşim daha vardır; fakat burası Byzantium'un teritoryumu içinde kaldığı için müstakil bir kent değil fakat Byzantium'a bağlı bir köy olarak değerlendirilir. Bilindiği gibi Beylikdüzü ilçe olmadan önce Büyükçekmece'ye bağlıydı. Büyükçekmece de aynı dönemde Athyra olarak bilinen ve sonraları Byzantium'a bağlanan yerleşim yerinin üzerindedir. Bu, bugün Beylikdüzü olarak anılan bölgedeki yerleşimin de çok öncelere uzandığı tahminini yürütmek için geçerli bir sebeptir. Fakat daha da geriye gidilebilir: Çünkü Beylikdüzü, varlığı birkaç sene öncesinde başlayan kazılarla saptanan, içinde yaklaşık 4000 yıl öncesinin bulgularına rastlanan ve Anadolu'da yaşayan Hititlerin de izlerini taşıdığı söylenen, bugünkü Avcılar ilçesinin sınırları içindeki Bathonea antik kentine de oldukça yakındır.
Beylikdüzü olarak bilinen bölge, tarihte İstanbul'un sınırlarını teşkil eden şehir duvarlarının dışında kalır. Fakat bölgeyi tamamen İstanbul'un dışında değerlendirmek doğru olmaz, çünkü aslında sur dışında yer almasına rağmen güvenlik sınırları bakımından İstanbul'un içinde sayılıyordu: Beylikdüzü, Bizans İmparatoru I. Anastasios'un İstanbul'u Trakya tarafından gelebilecek Hun, Bulgar ve Slav akınlarından korumak için yaptırdığı, Karadeniz'den Marmara Denizi'ne kadar uzanan Anastasios Surları'nın muhafaza ettiği içeri bölgeye düşer. Kısacası, Beylikdüzü’nün antik dönemde Byzantium ve sonrasında Doğu Roma'nın başkenti olacak Konstantinopolis'in hinterlandı içinde yer almaktadır. Yine Romalıların inşa ettiği, Arnavutluk'tan başlayıp Trakya'yı katederek Melantias (günümüzde Silivri semti içindedir) ve Hebdomon (günümüzde Bakırköy semti içindedir) üzerinden İstanbul'a ulaşan 1120 km uzunluğundaki meşhur Egnatia Yolu'nun (MÖ 2. yy) güzergahına yakınlığı, kuşkusuz bölgenin tarihi bakımından dikkate değer bir başka ayrıntıdır. Egnatia Yolu; Silivri (Selymbria), Büyükçekmece (Athyras) ve Küçükçekmece Gölü havzasındaki Rhegion antik yerleşimlerinden geçerek İstanbul'a ulaşır.2
Egnatia Yolu, Angurya’dan Geçer
Bugün, hiç değilse şimdilik, Egnatia Yolu'ndan günümüze kalan Marmara'daki arkeolojik buluntular Adriyatik ile Karadeniz'i birleştiren bu tarihi Roma yolunun Balkanların diğer bölgelerindeki güzergahına kıyasla daha azdır. Fakat bu anayolların kaynaklarda geçmeyen küçük patikalar ve sokaklarla beslendiği bilindiği için, çevresinin tarihsel mirasına yaptığı katkıyı da hatırda tutmak gerekir. Nitekim Egnatia Yolu'nun bir parçasının Büyükçekmece üzerinden "Angurina tarım arazisi"ni kat ederek İstanbul'a doğru ilerlediği bilgisine kayıtlarda rastlanır.3 Buradaki Angurina, modern Beylikdüzü'nün sınırları içerisindeki meşhur Anguria çiftliğidir.
Yakın tarihte yapılan arkeolojik araştırmalarda Angurina'nın aslında İstanbul'un en eski limanı olduğuna ilişkin kuvvetli kanıtlar bulunmuş, burası 2008 yılında alınan bir kararla 1. dereceden arkeolojik sit alanı olarak kabul edilmiştir. Bulunan kalıntılar sayesinde M.Ö 4. yüzyılda inşa edildiği anlaşılan Angurina, Beylikdüzü sınırları içindeki Kavaklı sahilinde yer almaktadır ve günümüzde İstanbul'da ortaya çıkartılan en eski liman olarak kayıtlara geçmiştir. Yapılan çalışmalar sonrasında birinci dereceden deprem bölgesi olduğunu, tarih boyunca birçok deprem yaşadığını, diğer yandan denizin hemen dibinde yer aldığını ve gerek sarsıntılar, gerekse kuvvetli rüzgarlar nedeniyle kaybedilen topraklarla birçok kalıntının da tarihin karanlıklarına gömülmüş olabileceğini unutmamak gerekir.4
2-KÖY İSİMLERİNİN KÖKENLERİ
Beylikdüzü'nü oluşturan bölgede bilinen üç eski yerleşim yeri vardır: Bunlar, sonradan aldıkları Türkçe isimlerle Gürpınar, Yakuplu ve Kavaklı köyleridir. Tarihi belgelerde bu köylere ilişkin müstakil kayıtlara rastlamak güçtür. Bununla birlikte, tarih boyunca bağ-bahçe dolu bir tarım bölgesi olduğu bilinen Beylikdüzü'nün köyleri kimi zaman Yunanca isimleriyle karşımıza çıkar. Buna göre Kavaklı'nın eski ismi, Gardan, Garden ya da Gardas olup İngilizce'de "bahçe" anlamına gelen "garden" sözcüğünü hatırlatır ve bağ-bahçe bakımındanburada bir ambar deposu bulunduğu da tespit edilmiştir. Bununla birlikte bölgenin zengin olduğu bilinen yörenin tarihiyle örtüşür.
Yakuplu'nun eski ismi Trakatya, Trakada veya Trakas'tır; fonetik olarak "Trakya" kelimesini hatırlatır ve bölgeye Trakya ismini veren Trak kabilelerinin yerleşimiyle ilgili olabileceği düşünülür, zira Trakiati Trakya'ya özgü demektir.5
Bununla birlikte "Thraka" Yunancada "kül" ve "Thrakas" ise "köz" anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, bu iki kelimenin yanmakla ilgili anlam dünyasıyla bölge tarihinin bir ilişkisi olabileceği ihtimali de gözardı edilmemelidir. Öte yandan kelimeyi Tarakatia olarak alıp bunu "tahta hisar" anlamına tahvil edenler de vardır. Her halükarda Yakuplu köyünün adı Beylikdüzü'nün meşhur çiftliği Angurya ile birlikte anılır. Yunancada "anguri" salatalık demektir. Öte yandan "Anguria" kelimesi İtalyancada "karpuz" anlamında kullanılır ve Antik Yunancadaki "angourion" sözcüğünden gelir. İngilizcede "turşuluk hıyar" anlamına gelen "gherkin" sözcüğünü de etimolojik olarak, "Angourion" ile aynı kökten orta Yunancadaki "ham, olgunlaşmamış," anlamına gelen "agouros" kelimesine isnat ederler.6 Dolayısıyla bu kelimenin etimolojisi, yörede bağ bahçe tarımı yapıldığını kanıtlayan bir referans düzlemi teşkil etmektedir.
Gürpınar'ın ismine ise kayıtlarda birçok farklı şekillerde rastlanır: Aresou, Arsou, Ano Arsou gibi kelimeler, antik Yunanca'da hoşlanmak anlamına gelen "aresko" sözcüğünden türemiş olmalıdır. Buna göre yörenin ismi "sevimli, güzel, hoşa giden" gibi anlamları karşılar .7 Öte yandan anarkhia, "anarşi(zm)" anlamına gelir ve kelime, zamanla bölge tarihinde sıradanlaşmış olması muhtemel bir kanunsuzluğa atfen konuşma dilinde "Anarha"ya evrilmiş olabilir .8 Bu kelimenin Türkçe telaffuzu "anarhya" şeklindedir ve Yunancada "ş" harfinin olmadığını hatırlarsak bu, bölgenin Gürpınar olarak değiştirilmeden önceki ismi "anarşa"ya çok benzeyen bir sesletimdir .9
3-OSMANLI DÖNEMİNDE BEYLİKDÜZÜ
Osmanlı Belgelerinde “Beylikdüzü” Tabiri
Osmanlıca belgelerde Beylikdüzü tabirine ilk 22 Kasım 1839 tarihli, posta yolu yapılmasıyla ilgili bir raporda rastlanıyor. Padişah’ın fermanı gereğince Dergâh-ı Âli Kapucubaşılarından İsmail Beğ Efendi’nin takdim eylediği bu raporda, Beylikdüzü’nden “Çekmece-i Kebir’e beş çarik Beylikdüzü tabir olunan nam mahal” diye bahsediliyordu. Rapordan anlaşıldığı kadarıyla İstanbul’dan başlayan posta yolu Beylikdüzü adı verilen bölgede ulaşımı engelleyecek derecede bozulmuştu. Oysa posta yolunun Büyükçekmece kasabasına kadar sağlam bir şekilde tamamlanması gerekiyordu. Bunun için de İsmail Bey lazım gelenleri keşfetmek için bölgeye gitmiş ve bu konuda bazı masraflar yapılmıştı. İşte bu takrir, Beylikdüzü isimli mahalde posta yolunun yapımının devam etmesi için gerekenlerin tespit edilmesi için yapılan masrafları içeriyordu. Böylece Beylikdüzü’nün daha 19. yüzyılın başında İstanbul ile Rumeli vilayetleri, dolayısıyla Avrupa ülkeleri arasında iletişimi ve ulaşımı sağlayan hat üzerinde son derece önemli bir yer işgal ettiği söylenebilir.10
İsmail Bey, o bölgeye yaptığı keşf gezisinden sonra, Beylikdüzü adı verilen bölgeden Büyükçekmece kasabasına kadar olan kısımda toprak zeminde çukurlar oluştuğunu, tarla derunlarında toprağın kazılarak tesviye edilmesi, zeminin sağlam bir şekilde düzlenmesi için ortalama 18 parmak molozla doldurulup 7 çift manda ile demir borlak çekilerek düzlenmesi ve üzerine kum dökülerek posta yolunun inşası gerektiği tespitinde bulunuyordu. Ayrıca yol boyunca yolun sudan korunması için hendek yapılması ile yaya yolu tanzimi de hatırlatılarak, müstahkem bir posta yolu inşası için lazım gelen hususlar ifade ediliyordu.11
Beylikdüzü tabirinin geçtiği ikinci belge ise Dahiliye Nezareti’nden Çatalca Sancağı Mutasarrıflığı’na gönderilen bir belgeydi. 23 Temmuz 1901 tarihini taşıyan ve 15 Temmuz 1901 tarihli belgeye ek olan bu yazıda, Trakatya Çiftliği arazisi sahibi Mazhar Paşa’nın şikayetini içeriyordu. Bu yazıda, “Büyükçekmece kazası dahilinde mutasarrıf (sahibi) olduğumuz Trakatya Çiftliği arazisinden Beylikdüzü nam mevkide zira’ olunan (ekilen) bir kıta (parça) tarlanın biçtirileceği sırada Amandos Çiftliği mutasarrıfı atufetlü Cevat Bey Efendi tarafından 11 kişiden mürekkep” silahlı kişilerin sevk edilerek, mahsulatın toplanmasına engel olunduğu vurgulanıyordu. Burada geçen ifadeden Trakatya Çiftliği arazisinin, yani Yakuplu’da bulunan tarlanın Beylikdüzü adı verilen geniş alana kadar uzandığı, Beylikdüzü mevkiinin ki çiftlik arasında anlaşmazlığa yol açacak kadar tarım için verimli olduğu anlaşılıyordu. Trakatya Çiftliği sahibi Mazhar Paşa, bu engellemenin önlenmesini istiyor, aksi halde mahsülün toplanamaması sebebiyle tamamen mahv ve zayi olacağını belirterek, bunun da Hazine’nin zararına yol açacağını ifade ediyorlardı.12
Anarşa ve Gardan’ın İlk Geçtiği Metinler
18. yüzyılda nüfusla ilgili kayıtlarda Anarşa ve Gardan köylerine ilişkin ifadelere rastlamak mümkün. Bu belgelerde Anarşa ve Gardan köylerinde yaşayan Rum ahalisinin meslekleri ve yaşları hakkında bilgi veriliyordu. 1778 yılında Anarşa köyünde Rum ahalisinden olan bahçıvanların kaydedildiği listeye göre, anılan tarihte köyde biri rençber olmak üzere 8 bahçıvan, bu bahçıvanların ise muhtelif yaşlarda 9 çocuğu bulunuyordu. Yetişkin bahçıvanların yaş ortalaması 39 iken, en genci 26, en yaşlısı ise 71 yaşında idi. Çocukların üçü daha bebekti, hepsinin dahil olduğu yaş ortalaması 7 idi.13
Aynı şekilde 1778 yılında Gardan köyünde Rum ahalisinden 6 yetişkin, 4 çocuk bulunuyordu. Yetişkinlerin biri bahçıvan, biri çoban, ikisi rençber ve biri papazdı. Henüz 13 yaşında olan Hristo rençberlik yapıyordu.14
4-TEMETTUAT DEFTERLERİNDE ANARŞA KÖYÜ
Anarşa’nın Sosyal Yapısı
Osmanlı Devleti’nde nüfusu büyük olan yerleşim birimlerinde genel olarak heterojen bir nüfus yapısı bulunur. Şehir ve kazalarda farklı mahallelerde kümelenmiş olsa da değişik inanç ve milletlerden insanlar birlikte yaşarlardı. Bu durum yerleşim birimleri küçüldükçe daha homojen bir yapıya dönüşmekteydi. Özellikle köylerde böyle bir durum vardı. Bazı istisnalar dışında köyler, ya tamamen Müslümanlardan ya da gayrimüslimlerden oluşuyordu. Müslüman köylerinde az da olsa gayrimüslim aileler yaşamaktaydı.
Bu bağlamda Anarşa köyü hem Müslüman, hem de gayrimüslim nüfusu barındıran köylerden biriydi. Burada gayrimüslimlerin yaşadığını 1834 tarihli Büyükçekmece kazası nüfus yoklaması (Ceride Muhasebesi) defterinden,15 Müslümanların olduğunu da 1845 tarihli temettuat defteri16 kayıtlarından ortaya çıkıyor.17
Osmanlı’da toplumsal hareketlilik serbestti. İnsanlar bir yerden başka bir yere serbestçe göç edebiliyordu. Ya da başka bir yerde yani ikamet ettiği yerden farklı bir yerde iş, menkul ve gayrimenkul sahibi olabiliyordu. Mesela Anarşa köyüne ait temettuat defterinin son kısmında kayıtlı Doğramacı Ahmed isimli şahsın köyde kayıtlı olduğu aynı zamanda İstanbul/Aksaray’da Kızılmaslak mahallesinde sakin olduğu ve doğramacılık yaptığı anlaşılmaktadır.18
1845’te Anarşa’da 55 Müslüman Yaşıyordu
Çoğu temettuat defterlerinde köy ya da mahallelerdeki toplam nüfus bilgileri verilmemektedir. Dolayısıyla köydeki nüfus sayıları hane sayılarından hareketle tahmini olarak yapılır. Her hanede ortalama beş kişinin olduğu varsayılır. Buna göre 1845 yılında Anarşa Köyü’nde 11 hane mevcut olup, toplam nüfusu da tahminen 55 olarak ifade edilebilir.19 Bu sayı Müslüman ahali için geçerliydi. Bu defterde köyde yaşayan gayrimüslimlerle ilgili veri bulunmuyordu.
Anarşa’da Doğramacı da Vardı
Temettuat defterinde meslek bilgileri, genellikle hane sahipleriyle ilgili tanıtım cümlesinin başlangıcının hemen üstünde ve sağdan sola hafif eğik olarak yazılıyordu. Ancak bu defterde mesleklerle ilgili bilgiler de, hane sahiplerinin künyesinin yazıldığı kısımda belirtilmişti. Yine çoğu temettuat defterinde olmayan hane sahipleriyle ilgili saç, sakal, bıyık rengi gibi fiziksel özellikler de, bu defterde kaydedilmişti.
Anarşa köyü, hane ve nüfus açısından küçük bir köy olmasına karşın farklı mesleklere sahip kişilerin olduğu görülüyordu. 1845 yılında 12 haneli Anarşa köyünde bir imam20, iki çiftçi21, bir rençber22, iki bağcı23, iki gündelikçi24, bir doğramacı25 ve bir hizmetkâr26 bulunduğu anlaşılıyordu. Erkeklerden bir kişi de bî-sanat27 (mesleksiz) olarak kaydedilmişti. Yine defterde kaydı bulunan iki kadınla ilgili meslek ve fiziki özellik bildirilmemişti.28 Kayıtlara göre farklı meslek gruplarının bulunması Anarşa köyünde farklı geçim kaynakları olduğu sonucunu veriyordu.
En Çok Ahmet ve Mehmed İsmine Rastlanıyor
Kişileri başkalarından ayıran en önemli özelliklerden biri, sahip olduğu adıdır. Öyle ki, temettuat defterleri düzenlenirken verginin esas olduğu hane reislerinin adı açıkça yazılıyordu. Ayrıca aynı hanede bulunan diğer vergi yükümlülerinin isimlerinin de ayrıntılı bir şekilde yazılmış olması neticesinde bu bölgede yaygın olarak kullanılan isimlerin neler olduğunu tespit etmek mümkün oluyordu.29
Çoğu temettuat defterlerinde, kaydedilen hane reislerinin lakapları da yazılır. Ancak Anarşa ile ilgili tutulan defterde şahıslar için herhangi bir lakap kullanılmadığı görülmektedir. Hane sahipleri, ‘Falanca oğlu Filan’ şeklinde babası ve kendi adı yazılarak kaydedilmişti.
Bu köydeki isimler incelendiğinde genellikle dini özellik taşıdığı görülmektedir. Bunlardan en çok kullanılanları Ebubekir, Ahmed, Sadık, Nazif, Hasan, Mehmed, Memiş, İsmail, Mustafa ve Raşid gibi isimlerdi.
Tablo: Anarşa Köyündeki Müslüman Ahalinin /Yaş/Meslek/Fiziki Özellikleri
Arazinin Dağılımı ve Yetiştirilen Ürünler
Osmanlı’da nüfusun büyük bölümü kırsal kesimde yani köylerde yaşıyordu. Osmanlı ekonomisinin temeli de tarıma dayanıyordu. Tarım, sanayi öncesi dönemlerde halkın en önemli geçim kaynağı olmakla beraber devletlerin de iktisadi yapısının temelini oluşturmaktaydı. Batıda sanayi inkılâbının gerçekleşmesiyle bu durum değişmeye başlamış ve üretim makineler yardımı ile yapılır olmuştu.33 Köylerde yaşayan ve esas işi çiftçilik olan halk, ulaşım imkânlarının yetersiz olduğu ve belli merkezler dışında şehirleşmenin pek görülmediği dönemlerde hayatlarını sürdürebilmeleri için çiftçilik dışında birtakım ek işlerle de meşgul oluyorlardı.34
Devletin kurduğu tarım sistemi, diğer kurumlarda da olduğu gibi, XVI. yüzyılın sonlarından itibaren bozulmaya başlamıştı. Özellikle nüfus artışı, Celali isyanları, köylülerin köylerini terk etmeleri ve tımar sisteminin bozulması gibi nedenlerden dolayı zirai faaliyetler sekteye uğramıştır.35 Bunların neticesinde de hazine gelirlerinde azalma olmuştur. Hem devlet hem de halkın bu durundan zarar görmesi üzerine yozlaşan sistem üzerinde bazı değişiklikler yapılmış, mukataalar yöre eşrafından ziyade yörenin vali veya sancakbeyine iltizama verilmeye başlamıştır. Böylece mukataalar hazinenin kontrolüne geçirilerek denetim altına alınmak istenmiştir. Merkezi devlet XIX. Yüzyılın ilk yarısında iltizamın tek dağıtıcısı durumuna gelmiş, taşra ayanı rantı kontrol altında tutmaya başlamıştı. Aşırı ve dengesiz vergi yükü sebebiyle muhassıllık sistemi kaldırılarak vergilerin doğrudan hazineye aktarılması yolunda adımlar atılmıştı. Bu maksatla yapılan sayımlarda bir tarım ülkesi olan Osmanlı Devleti’nde Tanzimat’ın uygulanacağı bölgelerde yapılan sayımlarda, defterlere ilk kaydı yapılanlar gayrimenkul topraklar olmuştu.36
1120 Dönüm Tarlada Tarım Yapılıyordu
Anarşa köyüne gelince; Anarşa’daki arazi bilgileri dönüm olarak yazılmıştı. Diğer temettuat defterlerinden farklı olarak arazilerin kıymeti, ayrıca kaydedilmişti. Köydeki araziler tarla, arpalık, bağ ve çayır olarak çeşitli gruplara ayrılmıştı.
Anarşa Köyünde arazi olarak toplam 1119,5 dönüm arazi kaydı vardı. Bunun 964,5 dönümü tarla, 91 dönümü arpalık ve çayır, 64 dönümü ise bağ olarak kaydedilmiştir. 964,5 dönüm tarla da kendi içinde mezrû’, halî yani boş arazi ve kır tarlası olarak belirtilmişti. Toplam 964,5 dönüm tarla üzerinden hane başına ortalama 74 dönüm arazi düşüyordu. Buna köyde hane olarak kaydedilmeyen iki kişi de dahildi. Köyde 3 hane sahibinin hiç tarla kaydı bulunmazken, diğerlerinin sahip olduğu tarlalar 1,5 ile 450 dönüm arasında değişmekteydi.
Köyde 450 dönümle en fazla tarlaya sahip kişi Hane/No: 7/13’te ikamet eden Mustafa b. Ahmed ve kardeşiydi. Bunu sırasıyla 160 dönümle 4 numaralı hane sahibi Mehmed Ali Ağa b. Memiş, 79 dönümle 1 ve 2 numaralı hane sahipleri Ebubekir ve Sadık Ağalar ve diğerleri takip etmekteydi.
Arpalık ve çayır olarak belirtilen arazi sahipleri ise azdı. Sözgelimi 1 nolu hane sahibi Ebubekir Ağa 9 dönüm, 4 nolu hane sahibi 30, 8 nolu hane sahipleri 22 ve 11 nolu hane sahibinin 30 dönüm arpalık ve çayır arazisine sahip oldukları anlaşılmaktadır. Yine köyde iki hane hariç (5 ve 10 numaralı haneler) herkesin 1 ile 13 dönüm arasında değişen bağ arazisi bulunmaktaydı.37 Bu arazilerde yetiştirilen ürünler başta buğday olmak üzere arpa, yulaf ve keten olarak kaydedilmişti. Hangi hane reisinin ne kadar ürün yetiştirdiği aşağıdaki tablolarda ayrıntılı olarak gösterilmiştir.
Tablo: Arazi Bilgileri
Tablo: Yetiştirilen Ürünler (kile)
1845’te Anarşa’da 40 Baş Hayvan Vardı
Osmanlı toplumunda özellikle kırsal kesimlerde hayvan yetiştiriciliği en önemli ziraî faaliyetlerden birisi olarak görülmektedir. Bu bölgelerde hayvanlar ziraatla meşgul olanların taşıma, çift sürme, gübre ihtiyacını karşılama, harman dövme işlerini görme gibi işlerin yanı sıra insanların yağ, et, süt, peynir gibi hayvansal ürün ihtiyaçlarını karşılayan önemli bir araçtır. Osmanlı toplumunda örneği az görülse de pazar için et, yağ, süt, deri ve yapağı üretmek üzere hayvancılık temel bir faaliyet olarak icra edilmekle birlikte, Anadolu’nun iklim ve ziraat şartları hayvancılığın daha çok ziraata bağlı olarak yapılmasını gerektiriyordu.47
Osmanlı şehir ve kasabalarında pek çok aile kendi günlük süt ve süt ürünleri ihtiyacını karşılamak için birkaç sağman koyun ve keçi beslemekteydi. At, katır, deve, manda ve öküz hem binek, hem taşıma, hem de çekim aracı olarak kullanılmaktaydı. Bu hayvanlar aynı zamanda savaş lojistiği açışından ayrı bir öneme sahiptiler.48
Osmanlı coğrafyasının genelinde olduğu gibi Anarşa köyünde de ziraî faaliyetlerin yanında hayvancılık da yapılmaktaydı. Verilere bakıldığında hayvan yetiştiriciliğinin bir ticari faaliyet olarak değil, daha çok gündelik ihtiyaçları karşılamaya yönelik olarak yapıldığı görülüyordu. Hayvanlardan bir kısmı yağ, süt, peynir gibi ihtiyaçlar için yetiştirilirken, bir kısmı da yük taşımacılığında kullanılıyordu.
Anarşa köyünde 1845 yılında karasığır ineği, karasığır öküzü, koşu mandası, manda ineği, manda malağı olarak 27 büyükbaş ve 13 beygir, kısrak gibi yük ve binek hayvanı olmak üzere toplam 40 hayvan kaydı bulunmaktaydı. Köyde küçükbaş hayvan kaydına rastlanılmamıştı.49
Yine hanelere bakıldığında yedi hane sahibinin çeşitli sayılarda büyükbaş hayvanı var iken diğer hane sahiplerinin hayvanları yoktu. En fazla büyükbaş hayvana sahip olanlar, 9 adet büyükbaş hayvanla 4 nolu hane sahibi ve 7 adet hayvanla 8 nolu hane sahibiydi. Bunları diğerleri takip ediyordu. Defterde bu hayvanların kıymetinin ne kadar olduğu ayrıca kaydedilmiş olup bunlar tablolarda gösterilmiştir.
Tablo: Büyükbaş Hayvanlar
Yük ve binek hayvanlarında da sahiplik durumu büyükbaş hayvan oranlarına benziyordu. Her hanede yük ve binek hayvanı bulunmazken, bu konuda en fazla hayvana sahip olanlar yine 4 ve 8 nolu hane sahipleriydi.
Hayvancılıktan başka köyde arıcılık yapıldığı da görülüyordu. Köyde 4 hane sahibi arıcılık yaparken, toplam kovan sayısı 35 idi. Bunlardan 25 adetle en fazla kovana sahip 4 nolu hane reisi olup, bunu sırasıyla 1 nolu hane sahibi (6 adet), 2 ve 6 nolu hane sahipleri takip ediyordu. Kovanların toplam kıymeti de 350 kuruş olarak kaydedilmişti.
Tablo: Yük ve Binek Hayvanları ve Arıcılık Faaliyeti
En Büyük Gelir, Meslekten Elde Ediliyordu
Anarşa köyüne ait temettüât defterinde kayıtlı hane reisleri, aynı zamanda vergi mükellefi olan kişilerdi. Bunların gelir miktarları ve yıllık toplamları ayrı ayrı belirtilmişti. Köylerin gelirlerini tarım, hayvancılık, meslek ve diğer olmak üzere gruplandırmak mümkündü. Tarım gelirleri; ekili-dikili tarım alanlarını yani tarla ve bağ, çayır gibi diğer arazilerden elde edilen gelirlerdi. Hayvancılık geliri; sağman inek, karasığır ineği, manda ineği, beygir ve arı kovanından elde edilen gelirler oluyordu. Meslek gelirleri ise; hizmetkârlık, rençberlik, gündelikçilik gibi mesleklerden elde edilen gelirleri ifade ederken, diğerleri de kira, ticaret gibi gelirleri kapsamaktaydı.
Anarşa köyüne ait gelir gruplarına bakıldığında, tarımdan elde edilen gelir 3845 kuruş (Bunun 690 kuruşu tarladan, 3155 kuruşu ise bağ mahsulâtındandır), arıcılıktan 96 kuruş, meslek kategorisinden 5800 kuruş, ticaretten 2500 kuruş elde edilirken, kira yoluyla toplanan gelirler de 60 kuruştu. Küçükbaş hayvancılık ile yük ve binek hayvanlarından gelir kaydı ise yoktu.
Gruplandırdığımız gelirler arasında bir kıyaslama yapılacak olursa, köyün en büyük gelir kaynağını meslek gruplarının oluşturduğunu görüyoruz. Tarlalardan ve bağ mahsulatından elde edilen gelirler ikinci sıradaydı. Bunları hayvancılık gelirleri ve diğerleri takip ediyordu.
Tablo: Gelirler
Köylünün Ödediği Vergi; 2192 Kuruş
Tanzimat’ın ilanına kadar Osmanlı Devleti’nde Müslümanlardan ve gayrimüslimlerden değişik isimler altında çeşitli vergiler alınıyordu. 1839’da Tanzimat’ın ilanıyla birlikte tebaanın sosyal, hukuki ve mali bakımdan eşitliği kabul edildiğinden o zamana kadar alınan vergilerden vazgeçilerek bunların yerine tek bir vergi alınması prensibi getirildi. Bu da “vergü-yi mahsusa” veya “an-cemaatin” diye isimlendirilen vergiydi. 1840 yılından itibaren yürürlüğe konan bu vergiyle herkesin gelirine göre vergi vermesi amaçlanmıştı. Bu verginin alınabilmesi için, vatandaşın gelirinin bilinmesi gerekiyordu. Bu amaçla muhassılların nezaretinde olmak üzere bütün mal, mülk ve hayvanları içine alan temettü (gelir) sayımı yapılmaya başlandı ve vergiler tespit edilip köy veya mahallelerin ödeyecekleri miktarlar belirlendi. Köy muhtar ve imamları ile papazlar eliyle toplanacak verginin dağılımı herkesin ekonomik durumuna göre ayarlandı.51
Diğer bir vergi çeşidi de öşür idi. Arapça onda bir demek olan öşr, terim olarak hububattan alınan vergi yerinde kullanılmıştı. İlkin şer’i hükme dayanılarak hububattan onda bir alındığı için bu tabir meydana gelmiş olup, çoğuluna da aşar denilmekteydi. Tanzimattan sonra maarif ve menâfi‘ hisseleri artırılmak suretiyle hububattan alınan vergi sekizde bir olmuştu.52
Anarşa köyüne ait temettuat kayıtlarına göre köyden iki türlü vergi alınıyordu. Bunlardan birincisi “tekâlif vergisi”, diğeri de “temettuattan alınan vergi” olarak kaydedilmiştir. Tekâlif, Osmanlı maliyesinde devletin talep ettiği vergi ve harçların genel adıdır. Sözlükte “yükümlülük” anlamına gelen teklîf kelimesinin çoğulu olan tekâlîf devletin talebini ifade etmek için belgelerde tekâlîf-i emîriyye şeklinde de geçer. Toprak, hayvan mahsulleriyle arazi, bina vesaireden alınan vergi ve resimler tekâlîf-i emîriyyeden sayılır.53
Kayıtlara bakıldığında köy imamı hariç bütün hane sahiplerinin vergi verdiği görülüyor. Köylünün ödediği toplam vergi 2192 kuruştu. Bunun 947 kuruşu tekalif vergisi, 1245 kuruşu da temettuattan alınan vergiler olmuştu. Hangi hane sahibinin hangi vergiden ne kadar verdiği tablolarda detaylı olarak belirtilmişti.
Tablo: Giderler (Vergiler)